İz Yok Vukuat Yok
İnsan belleği, acımasız kayıt alanı; unut dersin unutmaz, unutma dersin unutur... Nizamiyeye girdiği andan itibaren Orhan buradaki düzeni fark etmişti. Yerini yadırgaması kadar, yaptığı iç muhasebe de onu uyutmuyordu. Bu ızdırabın içinde ne işi vardı? Sadece yaptığı hata mıydı onu buraya getiren? Sevdiceğine ve kendine acı çektiren? Nereye akıyordu zaman? Kura günü gelip çattığında “En uzak” diye diye sınır karakolunu çekmişti. Geçecekti elbet ama belli ki böyle zor geçecekti!.. Başçavuş dolma kalemini çıkarıp Orhan'a göstere göstere deftere “İz yok, vukuat yok.” yazdı ve imzasını attı. Orhan bir an sessiz kaldıktan sonra dayanamayıp başçavuşun oturduğu masaya eğilerek ve kollarını kartal kanadı gibi açarak “İz de vardı, vukuat da!” dedi. Sinirden sesi titriyordu. “Evet, izi düzelttim ve iz yok, vukuat yok yazdım. Yarın sen de aynı şeyi yapacaksın. Komutan, ülkenin bu en uzun sınır hattında tek ayak izini bu sabah sen mi gördün sanıyorsun?” Evet, hiçbir karakoldan vukuat haberi yoktu. Diğer taburlardan da diğer alaylardan da. Orhan odasına girdi. Kapıyı kilitledi. Ailesine, Nazlı'ya ve Filiz'e bir veda mektubu yazdı. Üç dönem önceki asteğmenin intihar ettiği odada aynı kadere doğru yol alıyordu. G3 piyade tüfeğinin namlusunu ağzına soktu. Her yana saçılmış beyin düşünmezdi. Durmuş kalp yanmazdı ve artık bu ızdırapla yaşanmazdı...